4 Şubat 2024 tarihinde yayınlanmıştır.
İsmâil Hakkı Bursevî Hazretleri Kitâbü'n-Netîcesinde "فَلَمَّا جَاوَزَا قَالَ لِفَتٰيهُ اٰتِنَا غَدَٓاءَنَاۘ لَقَدْ لَق۪ينَا مِنْ سَفَرِنَا هٰذَا نَصَبًا" âyet-i celîlesi hakkında buyuruyorlar ki :
Nasab, hareketden olan te'ab ve lugûb 'amelden gelen zahmetdir. Yani Mûsâ fetâsı Yûşa aleyhimesselâm ile, taleb-i Hızır aleyhisselâm için giderken, yolların yanılıp geri döndüler ve ol seferde zahmet çekdiler. Ve Yûşanın zenbîli içinde tuzlu kuru balık var idi. Sabâh vaktinde kuşluk ta'âmı olmak üzere onu yemek murâd eylediler.
İşte bunda işâret vardır ki tarîk-ı Hakk'da olan sâlik zahmet çekmedikçe mürşid-i kâmile ermez. Onun için kelâm-ı kudsîde geldi ki, "Yâ Dâvûd, demir 'asâ ve na'l ittihâz edip seyâhat eyle ve benim 'ilmimi meşrık ve magrib arasında ara". Yani Dâvûd aleyhisselâm halîfetullâh iken taleb-i 'ilm-i ilâhî ile me'mûr olmak, 'ilm-i ledünnînin ziyâde fazl ve şerefine delâlet eder ki halka Dâvûd yüzünden tenbîh-i 'azîm ve irşâd vardır, Mûsâ yüzünden irşâd olduğu gibi. Zîrâ ekâbir-i nâs me'mûr olduğu nesneye, asâgir-i nâs bi-tarîkı'l-evlâ me'mûrdur.
Ve kıssa-i Mûsâ'da bir işâret dahi budur ki insân bir maddede meczûb olsa bî-te'ab olur, fe-emmâ nefsiyle hareketde zâr ve zebûn kalır.
Ve bir remz dahi budur ki gadâ ki sabâh ta'âmıdır, seher-i a'lâdan dahve-i sugrâya gelince olan fütûhât-i gaybiyye ve vâridât-i ilâhiyyedir ki rızk-ı bükra gibi ol dahi vakt-i mahsûsda gıdâ-i rûhdur. Ve gâh olur ki bazı avârız sebebiyle ol rızk munkatı' olıcak, lisân-ı rûh onu taleb eder, lisân-ı cesed rızk taleb etdiği gibi. Bu cihetden 'âlemin zâhir ve bâtını tâlib-i rızk olmakdan hâlî değildir. Zîrâ zâhir ve bâtın-ı hayâtı müştemildir. Hayât ise imdâd-ı muttasıl ile memdûd ve eseriyle ki rızk-ı sûrî münkatı' oldukda sûret-i cesed helâk olduğu gibi rızk-ı ma'nevî dahi munkatı' olıcak, rûh dahi yübûset üzerine kalır. Zîrâ ona hayât-i câvidânî veren feyz-i ilâhîdir.
Ve rûhun bu âlem-i cisme vürûdu terbiyeden ötürüdür. Ve cesedin a'mâl-i sâlihasından bazı netâic-i rûhâniyye hâsıl olup rûh onunla nemâ bulur. Ve onun nemâsı kemâlât-i rûhâniyye ile ittisâfıdır ki ez-cümle ma'rifetullâhdır. Zîrâ cesede ta'allukundan evvel hâli 'akıl mertebesi idi ki henüz esmâ ve sıfât ve ef'âle ta'alluk eden 'ilim ve şuhûd yok idi. Zîrâ bu ma'nâ 'âlem-i âsârda hâsıl olur ki ef'âl-i ilâhiyyeyi müştemildir. Ve ef'âl zımnında sıfât ve onun tahtında dahi sırr-ı zât vardır.
Pes, bundan hâsıl oldu ki rûh bu 'âleme nüzûl etmezden evvel sâzic idi ki sâyede hâsıl olmuş meyve-i garbî gibi idi. Ve bu mevtına nüzûlden murâd, meyve-i garbî ve şarkî olmak idi. Lâ-cerem şecere-i mübârekede bitdi ki ol şecereden murâd şecere-i zâtdır ki cemî'-i esmâ ve sıfâtın hakâikını câmi'dir. Esmâ ise mütekâbiledir ki cemâl ve celâli müştemildir. Bu cihetden insân cemî'-i esmânın mazharı olmadıkça kemâl bulmaz. Zîrâ esmâ-i celâliyye şark ve cemâliyye garb gibidir ki bu şark ve garb ile perveriş bulan meyve ziyâde lezîz olduğu gibi cemâl ve celâl ile perveriş bulan insânın ma'rifeti dahi kavîdir ki kendi ağzı her yüzden tatlı olduğu gibi ona intisâb edenin ağzı dahi onculayın olur. Zîrâ kâmilin eseri dahi kâmil olur. Onun için Kur’ân’da gelir : "صُنْعَ اللّٰهِ الَّذ۪ٓي اَتْقَنَ كُلَّ شَيْءٍۜ". Yani itkân ve ihkâm sâni'in sun'unda kemâlinin eseridir.
Ve bundan fehm olundu ki bu dünyâda esmâ-i celâliyyeden bî-nasîb olan sâlik, fi'l-mesel yalın katdır. Ve o makûlelere tarîkatde çelebiyân derler. Nâziklere ise sefer-i 'aşk harâmdır. Zîrâ 'aşk, envâ'-ı belâyı müştemildir. Ve bir âdem bi-tarîkı't-teferrüc hacc edemez, belki "لَمْ تَكُونُوا بَالِغ۪يهِ اِلَّا بِشِقِّ الْاَنْفُسِۜ" vefkınce Ka`be'ye renc ve te'ab ile vâsıl olur. Pes, hacc-ı sûrî böyle olıcak, hacc-ı ma'nevî ne kadar meşâkkı müştemildir, kıyâs oluna. Bu cihetden dediler ki : "El-mücâhedât tûrisü'l-müşâhedât". Yani mücâhede-i tarîk, müşâhede-i Ka'be'yi îrâs etdiği gibi, mücâhede-i sülûk dahi müşâhede-i Rabb-i Ka`be'yi îrâs eder.
Nazar eyle hâl-i Mûsâ'ya ki Hızır'a mülâkî oluncaya dek ne kadar nasab çekdi ve piyâde yollara düşdü. Ve onun Hızır’a mülâkâtı kendi muktezâ-yı zâtı üzerine makâm-ı kelâmdan, anın içün aralarında mukâvelât vâkı' oldu.
Ve bazı havâss-ı nâs vardır ki biribirlerine mülâkâtda nazarla iktifâ ederler ve lisâna kelâm getirmezler. Zîrâ muktezâ-yı hâl değildir. Ve makâl ile hâsıl olan hâl ile dahi hâsıl olur. Onun için her mâddede kelâm vâkı' olmadı. Meselâ Cenâb-ı Nübüvvet, sallallâhu aleyhi ve sellem ta'yîn-i hilâfet etmediler. Zîrâ remzleri kifâyet eylerdi. Ve ashâbdan, radıyallâhu anhüm, bi'z-zât Hakk'dan ahze kâdir kâmiller vâr idi. Pes, hilâfet mertebesine remz için ta'yîn-i hilâfet etmedi. Fefhem cidden.
Ve Lokmân Hakîm, radıyallâhu anh, her nesneden suâl etmezdi. Zîrâ muktezâ-yı hikmet değil idi. Hattâ Dâvûd aleyhisselâm serd-i dır' ederken gördükde sükût etdi, tâ ki Hazret-i Dâvûd onu ikmâl etdikde, "ni'me'd-dır'ı lil-harb" dedikde bilâ-suâl matlûba intikâl eyledi. Ve iksâr-ı kelâmdan nehy olunduğu budur. Yani hem muktezâ-yı hikmet değildir ve hem mefsedeti dahi vardır. Ve muhâdese-i nefsâniyyeden dahi men' olundu. Zîrâ kelâm-ı nefsânî kelâm-ı cismânî hükmündedir, meğer ki âlâullâhda tefekkür ede ki, "وَيَتَفَكَّرُونَ ف۪ي خَلْقِ السَّمٰوَاتِ وَالْاَرْضِۚ" mûcebince medîhde dâhil olur. Onun dahi erbâbı nihâyetde kıllet üzerinedir. Zîrâ hucüb-i beşeriyye mutâla'a ve tefekküre mâni'dir. Yani basar âfetden sâlim olmasa müşâhedede kusûru olduğu gibi basîret dahi böyledir ki hicâbdan hâlî olmasa mutâla'ası nâkıs olur. Pes, netîce-i müşâhede ve mutâla'a âfâtdan selâmetden sonradır. Ve mürşidlerin mürîdleri halvet-nişîn etdikleri taltîf-i hicâb içindir. Zîrâ riyâzat ve mücâhede galîzı terkîk eder. Nitekim erbâbına rûşendir.