6 Mayıs 2020 tarihinde yayınlanmıştır.
Allah, kullarına zekâtı emrederken şöyle buyurur : "وَاَق۪يمُوا الصَّلٰوةَ وَاٰتُوا الزَّكٰوةَ وَاَقْرِضُوا اللّٰهَ قَرْضًا حَسَنًاۜ Namazı kılın, zekâtı verin ve Allah'a güzel bir borç verin". Burada borç, gönüllü sadaka demekdir. Bu âyetde zekât emredildiği gibi gönüllü sadaka da emredilmişdir. Bunlar arasındaki fark şudur. Zekât, zaman, nisâb mikdarı ve kendilerine zekât verilebilecek zümrelerle kayıtlıdır ama gönüllü sadaka için bu kayıtlar yokdur. Bazen zekât, sadakaya dâhil olabilir. Allah âdetâ şöyle buyurur, "Zekâtı Allah'a bir borç olarak veriniz ki, sizin adınıza onu arttırsın". Bu durum, güvenilir bir rivâyetde, Allah'ın kuluna "Ben acıkmışdım, sen beni doyurmadım" demesine benzer. Kul Allah'a, "Sen âlemlerin Rabbi iken ben seni nasıl doyurabilirim?" diye cevap verir. Allah, "Filan kulum senden yemek istedi, sen ona yemek vermedin, şâyet verseydin onu benim yanımda bulurdun" buyurur. Bu rivâyet meşhûr ve güvenilir bir rivâyetdir. Zekât kısmına girmeyen sadaka, ne mikdarla, ne zamanla, ne de herhangi bir zümreyle sınırlı değildir.
Dînin belirlemiş olduğu zekât ve sadaka, eş anlamlıdır. Allah şöyle buyurur : "خُذْ مِنْ اَمْوَالِهِمْ صَدَقَةً تُطَهِّرُهُمْ وَتُزَكّ۪يهِمْ بِهَا onların mallarından kendilerini temizleyen ve arındıran sadaka al". Başka bir âyetde ise, "اِنَّمَا الصَّدَقَاتُ لِلْفُقَرَٓاءِ sadakalar yoksullar içindir" denilir yani zekât sadaka olarak isimlendirilir. Öyleyse verilmesi zorunlu olanlar, sadaka ve zekât olarak isimlendirilmiş, zorunlu olmayanlar ise karz yani borç olarak isimlendirilmişdir. Nitekim yukarıdaki âyetde Allah, zekâtdan sonra, "Allah'a borç veriniz" demişdir.
Cenâb-ı Hakk bu âyetin devâmında, "وَمَا تُقَدِّمُوا لِاَنْفُسِكُمْ مِنْ خَيْرٍ تَجِدُوهُ عِنْدَ اللّٰ kendiniz için hangi hayrı gönderirseniz Allah katında onu bulursunuz" buyurmuşdur. Hayır, sadaka gibi kulu Allah'a yaklaştıran bütün davranışlardır ama mala da hayır adı verilmşdir. Allah şöyle buyurmuşdur : "وَاِذَا مَسَّهُ الْخَيْرُ مَنُوعًاۙ ona bir hayır dokunduğunda cimrilik eder". Bunu "وَمَنْ يُوقَ شُحَّ نَفْسِه۪ nefsinin cimriliğinden korunan kişi" âyeti destekler. Demek ki nefs, malı sevmek ve biriktirmek özelliğinde yaratılmışdır. Allah, "وَاِنَّهُ لِحُبِّ الْخَيْرِ لَشَد۪يدٌۜ muhakkak ki insan hayra çok düşkündür" buyurmuşdur. Burada hayırdan murâd, maldır. Bu yüzden malda cömertlik, insanın hilkatinden gelen bir huy değil, sonradan edinilen bir ahlakdır. İşte bu yüzden zekât, "güç", "çetin" gibi ma'nâlara gelen "sadaka" diye isimlendirilmişdir. Araplar "rumh-i sadk" derler, sağlam, güçlü ve kuvvetli olmak demekdir. Başka bir ifâdeyle, zekât veren insan, tabîatının dışına çıktığı için bu iş nefsine çok ağır gelir. Bu sebeble Allah, Peygamber'in diliyle zekâtı nefislere sevdirmişdir : "Sadaka Rahmân'ın eline düşer. Aranızda biri malını arttırdığı gibi Allah da onu bereketlendirir".
Bunun da iki sebebi vardır. Birincisi, zekâtı alan kimsenin onu verenin elinden değil, Rahmân'ın elinden almasını sağlamakdır. Çünkü Hazret-i Peygamber, "Sadaka alıcının eline düşmezden önce, Rahmân'ın eline düşer" buyurmuşdur. Bu durumda sadaka alan kimse sadakayı verene değil, Allah'a minnet duyar. Çünkü Allah, zekât verenden karz yani borç istemişdir. Sadakayı alan ise bu borcu istemede Hakk'ın tercümânıdır. Dolayısıyla sadakayı alan kişi, eğer bu hakîkati biliyorsa, veren karşısında mahcûb olmayacağı gibi onun kendisine bir iyilikde bulunduğunu da düşünmez. Çünkü sadaka veren insan, sadakayı kendisi adına bereketlendirmek için, kendisinden borç isteyen Allah'a verir. İşte bu, ilâhî gayretin ve ilâhî ihsânın bir yönüdür. Diğer sebeb ise, sadakayı alan kişinin, sadakanın kendisi için bereketleneceği ve artacağı bir yere verildiğini bilmesini sağlamakdır. Bütün bunlar, insanın sadaka verirken, cömert davranmasını ve nefsinin cimriliğinden sakınmasını sağlar.
İnsan hilkati gereği, ticâretde kazanç arar ve hep malının artmasını ister. İşte bu sebeble Allah, sadakaları bereketlendireceğini beyân etmişdir. Bu sâyede, insan, zekât ve sadaka verirken hilkatinden gelen hırsı dizginler. Nitekim cimrilik, insanın hilkatindeki hırsdan kaynaklanır. Allah, kuluna şefkati sebebiyle, onu hilkati dışına çıkarmamak için böyle yapmışdır. Bunu şuna teşbîh edebiliriz. Bir tâcir, servetini arttırmak için, canını ve malını tehlikeye atarak yolculuklar yapar. Üstelik bunu yaparken mutludur. Tâcir, kazancını arttırmak için malının yarısı ya da üçte biri kadar borç vermekden, vade yapmakdan da çekinmez. Çünkü bu sâyede daha çok kazanacağını bilir. Allah da, kuluna külliyyetli bir kazanç vadederek, ondan cüzî bir borç ister. Zirâ kullar bu şekilde kazanmayı, kazancını çoğaltmayı sever.
Cenâb-ı Hakk'ın bu beyânına ve insanın kazancını arttırma hırsına rağmen sadaka verirken cimrilik yapmak îmânın zayıflığını gösterir. Çünkü insan kuvvetli bir îmân sâhibi olsaydı ve Allah'ın kendisine verilen borç hakkındaki vaadini tasdîk etmiş olsaydı, sadaka vermeye koşması gerekirdi. Tıpkı tâcirin vadeli kazançlar peşinde koşduğu gibi. Meselâ bir tâcir, birine malının yarısı ya da üçte biri kadar borç verir, borcu alankişi başka bir şehire yolculuk yapar, uzun müddet ortadan kaybolur, bu sırada malı teslîm etmesi mümkün olduğu gibi, malın telef olması da mümkündür, ya da herhangi bir kazanç elde etmemesi de ihtimâl dâhilindedir. Bu ihtimallere rağmen insanın gözü kör olur ve malını vererek gerçekleşmesi kesin olmayan bir netîceyi beklemeye koyulur. Gecikme, erteleme ve verip-vermeme ihtimallerine rağmen gönlü hoşdur. Böyle bir kimseye, "Allah'a borç ver, o borcu âhiretde üçte bir ya da yarısı olarak değil, bütün kazanç ve sermâye sana âi tolmak üzere kat be kat alırsın" denildiğinde pek işine gelmez. Nefs, buna direnir ve sadece az bir şey verebilir. Halbuki bu vaadin gerçekleşeceğinden gûyâ emîndir. Bu, hilkatin kabullenemediği bir husûsda îmânın nefse hâkim olamayışı değil de nedir?