Zikir Merâsimindeki Semboller

9 Şubat 2021 tarihinde yayınlanmıştır.

Zikrullah

Mürşid-i Azizim Muzaffer Efendi Hazretleri, Amerika ziyâretlerinde halka açık zikir meclisleri tertîb ederler, zikir merâsimlerinin sonunda da halkın sorularına cevâblar verirlerdi. Bir seferinde, tasavvuf üzerine çalışan bir grup genç akademisyenin talebi üzerine, üniversitenin televizyonunda yayınlanması ve arşivinde bulundurulması maksadıyla tarîk-i halvetiyyeye mahsûs âyîn-i şerîfi icrâ etmişler, ertesi gün de o gençlerin zikir merâsimi hakkındaki sorularına tek tek cevâb vermişlerdi. 

İlk soru, yapılan bu âyîn-i şerîfin ne ma'nâya geldiği hakkında idi. Efendi Hazretleri bu şekilde yapılan zikrin neleri sembolize etdiğini şöyle îzâh buyurmuşlardı :
Zikrullah, kâinâtı remz ediyor. Evvelâ yerde oturuldu. İslâm itikâdı ve inançları üzere, evvelâ Hazret-i Muhammed'in nûru halk olundu. "Allahümme salli ve sellim ve bârik alâ" diyerek O'na salât verildi. Çünkü İslâm itikad ve inaçlarına göre, Cenâb-ı Hakk, kendi nûrundan bir nûr halk edip, ona "Muhammed ol" dedi. O da Muhammed aleyhisselamın nûru oldu, vücûdu değil, nûru. Biz ona tasavvufda, nûr-i evvel, akl-ı küll, rûh-i evvel diyoruz. Evvelâ salavât verip onu sembolize etdik.
Sonra daha bir şey yaradılmadığı için sırf tevhîd başladı, "lâ ilâhei illallah", "lâ ilâhe illallah", "lâ ilâhe illallah".  Rûhlar âlemi daha halk olunmadan, o Nûr-i Muhammed ne yapdı, Allah'ı tevhîd etdi. 
Sonra cesed buldu, "ve nefahnâ min rûhî". O benim yanımda oturan zât, bir şey okudu. O, İsrâfil'in sûru üflemesi gibi. Ve cesedlere rûhlar girdi. Sonra ne yapdı cesedlere giren rûhlar? "Allah", "Allah", "Allah", "Allah" diyerek Allah'ı zikretdiler. Âlem-i ervah şimdi. 
Sonra Hû esmâsına geçildi. "Hû", "Hû", "Hû", "Hû", ancak O, O, O. O da bitdi. 
Sonra hatm-i kelâm olan Kur`ân okundu. Semâvî kitâbların sonu Kur`ân'dır. Hem evveli oluyor hem âhiri, sonu oluyor. 
Ondan sonra onunla beraber ihyâ olundu, ayağa kalkıldı. Birlikden ayrılmışdı, ayağa kalkmakla gene birleşildi. Bu buluşmanın, yani abd ile, kulla Allah'ın bir vücûdda buluşmasının zevki olmak üzere başladılar sallanmaya ve devrân başladı. Ve aynı zamanda hem semâda hem ardda, hem yıldızlar hem güneşler, kendi mihrâkında semâ etdiler, döndüler hep berâber. Okunan ilâhiler de, âlem-i ervâhda "elestü bi rabbiküm" hitâbının nidâsından rûhların neşe duyması. 
Evet, ma'nâsı bu. İşte bu minvâl üzere, zikrullahın ma'nâsı bu. Yani yokdan vâr olmasından, vâr olup da yok olmasına kadar ne varsa tamâmen sembolize ediyor. Bu anlatdığımız ma'nâ denizden bir katre, şemsden bir zerre. Çünkü ma'nâlar kelimelere girdi mi ufalır. Meselâ on ton portakalı bir drajeye sokuyorlar. İşte onun gibi, ma'nâlar kelimeye girdi mi, draje olur, ufalır böyle. Onun için kısa bir ma'nâ verdik.

Efendi Hazretleri, esmâ zikrinin önce lafızlar açıkça duyulacak şekilde, sonra lafızlar gizlenerek nefes alır verir gibi yapılmasını da şu şekilde îzâh buyurdular : 

Bu da zâhirden bâtına girmeye işâretdir. Önce zâhirde Allah diyoruz, sonra bâtına girdi mi, "he, he, he, he" diyoruz. Bu, bâtınen de Hakk'ı zikretmeye işâretdir. Demek ki bütün mahlûkâtın böyle "he, he, he" yapması, Hakk'ı zikirdir. Bu da şunu gösteriyor ki, dünyâda hiç bir şey yok ki, ister cemâdât, ister nebâtât, zâhirde onun zikrini biz işitmesek dahi, bâtınen bu şekilde o Allah'ı zikretmekde. 
Sonra bir de "Ha, ha, ha" diye "Hayy" diyoruz biz. "Hayy", diri, demek, hiç ölmeyecek ve ölemeyen demek. Onu söylüyor fakat bâtınan söylüyor. Bir "Hayy Hayy" diye söylemek var. Bir de nefes alıp verir gibi "Ha, ha, ha" diye söylemek var. İşte bu bâtına giriyor, işin bâtın tarafı.  Bir de şunu remzediyor ki, bütün mahlûkâtın bâtınan Allah'ı zikretdiğini, yani bir kâfir, Allah'ı inkâr eden bir münkir dahi, nefes alıp vermesiyle Hakk'ı zikreder fakat o zikrinin farkında değildir. İşte bu şekilde yapılan zikir, onu göstermekde. 

Efendi Hazretleri, zikrullahda başın sağa sola çevrilmesinin hikmetini de şöyle îzâh etdiler :

Bunun da sebebi, "Lâ" deyip nefy ediyoruz, önce sağdan arşa veriyoruz, sonra arşdan kalbe veriyoruz. Zîrâ kalb Allah'ın evidir. Çünkü semâvâta sığmayan Allah kalbe sığdı. Onu gösteriyoruz. "Lâ" yok demekdir. Evvelâ temizliyoruz. Çünkü bir eve gireceğimiz vakit evvelâ temizleriz sonra o eve gireriz. "Lâ" ile kalbde bulunan ne varsa temizliyoruz, reddediyoruz, sonra arşa veriyoruz, arşdan alıp kalbe veriyoruz. "İllallah" deyip o temiz olan kalbe Hakk'ın muhabbetini yerleştiriyoruz.

Efendi Hazretleri, "Zikrullahda müthiş bir enerji ortaya çıkıyor, bu enerjiyi nasıl yönlendirebiliriz, nasıl muhâfaza edebiliriz?" sorusuna da şu cevâbı verdiler :

O, o anda olan bir hâletdir. Meselâ ne gibi? Kadınla erkek cem olduğu vakitde bir hâlet yaşarlar, o hâlet hep öyle devâm etmez. Zikirde vecde gelmeye, dünyâda kadınla erkeğin sevişmesini misâl verebiliriz. O'na doğru gitmek, O'nda fânî olmak, ondan sonra vecd hâlinden fâriğ oldu mu gene eski hâline  avdet etmek. Bu çirkin bir teşbîh ama ancak bu şekilde anlatabiliriz.

Efendi Hazretleri "Şeyh ile mürîdleri arasındaki münâsebet de böyle değil mi"? diye sorulması üzerine şöyle buyurdular :

Elbet öyledir yalnız kadınla erkek arasındaki münâsebet malum olan yerden olur., şeyhle mürîd arasındaki münâsebet kulakdan olur. Çünkü anlatır ona. Anlatınca her iki taraf da zevklenir. Eğer şeyhine, mürşidine sâdıkâne bağlanırsa eğer, o vakit o birleşmekden çocuk hâsıl olur, ama kalb çocuğu olur, batın çocuğu değil yani rahim çocuğu değil. Çocuğu iyi büyütürlerse ve çocuk erkek olursa, o vakit, o mürîd şeyhi gibi mürşid olur. İşte ona halîfe derler. Eğer çocuk kız olursa, yani kalb çocuğu, halkı irşâd edemez, kendini irşâd eder yalnız. Şeyhle aradaki muhabbet bozulursa çocuk düşer. Çocuğu düşüren mürîdin de ölmek ihtimâli vardır yani şeyh huzûrundan tard olur. Mürîd ile mürşid arasındaki muhabbet, aşk, kadınla erkek arasındaki olan maddî aşkın yüzbinlerce fevkindedir. Çünkü kadınla erkek arasındaki münâsebet, iş tamam oldu mu, ikisi birbirinden soğur ve yatar uyurlar. Şeyhle olan münâsebetden sonra aşk çoğalır, hiç uyumazlar, hep muhabbet devam eder, artar.

Efendi Hazretleri zikirde erkeklerle kadınlar arasında bir fark olmadığını da şöyle îzâh buyurdular :

Onlar da aynı vaziyyetde, aynı zevke dalarlar, aynı zevki bulurlar, aynı neşeye dalarlar. Çünkü kadınla erkek vücûd bakımından ayrılmışdır, rûh bakımından ayrılmaz ki. Allahu Teâlâ "elestü bir rabbiküm" hitâbında, kadınla erkeği ayırmadı hepsine hitâb etdi. Vaktâ ki rûhlar vücûdlara girdiler, kadın vücûdunu hâmil olan rûh kadın olarak, erkek vücudunu giren rûh erkek olarak zuhûra geldi. Yoksa hepsi Hakk'ın nazarında hepsi birdir, hepsi Allah'ın mahlukâtıdır, hepsi Allah'ın kullarıdır. Eğer kulluklarını bilirlerse, kulluklarını yaparlarsa, ma'bûdlarıyla sevişirler ve cümbüş ederler. Ama kulluk yapmazsa, bu'diyyetde kalır, uzağa düşer. Hakk ona can damarından yakın olduğu hâlde, kendisinden daha yakın olduğu hâlde, kul O'ndan haberdâr olmaz, uzak düşer. Tasavvufun, sôfîliğin ma'nâsı, nasıl ki Hakk bize yakınsa, bizim de Hakk'a yakın olmamızı temîndir. Tabii Allah'ın müsâade etdiği kadar, zîrâ O'nun müsâadesi şartdır. 

Efendi Hazretleri zikirdeki diğer bir remz hakkında da şöyle buyurdular :

"Lâ ilâhe illallah". Bak üçlüyor, önce "Lâ" deyip kaldırıyor, sonra arşa veriyor, arşdan sonra kalbe veriyor. İnsân âlem-i kübrâdır, bu kâinât âlem-i sugrâdır, küçük âlemdir, insan büyük âlemdir. Büyük âlemde, yani insanda arş, başdır. Vücûda bağlı olan baş, arş ma'nâsınadır ve arş budur, yani arş-ı hakîkî. Bir de arş-ı sûrî var, semâvâtın fevkinde. Zâhirde insan küçük âlem görünür, bu kâinât büyük âlem görünür. Hakîkatde insan büyük âlem, bu kâinât insanın yanında küçük âlemdir.

Efendi Hazretleri zikir esnâsındaki perde kaldırma usûlünü de şöyle îzâh buyurdular :

İşte görmüyor mu, perde kaldırılıyor ki, Hakk'a mülâkât ola. Meselâ bak orda perde var, biraz kaldırıyor, sonra biraz daha, sonra biraz daha, sonra biraz daha, yedi perde, yediye iblâğ ediyor. Ya üç perde kaldıracak ya yedi perde kaldıracak. Teklerde iş vardır. Ses yedidir, renk yedidir, yer yedidir, semâ yedi katdır, hafta yedidir, manevi âlemdeki bulunan velîler yedidir. Üç var, yedi var, kırk var, yetmiş var, yedi yüz var, Allah velîleri ordusunda. Nefs derecâtı yedi ve rûh derecâtı yedi, tarîkat-ı aliyyenin makâmâtı yedi derecedir. Meselâ nefs-i emmâre, nefs-i levvâme, nefs-i mülhime, nefs-i mutmainne, nefs-i radiyye, nefs-i merdiyye, nefs-i sâfiyye, yedi oluyor işte. 
Efendi Hazretleri, zikir halakasını ve sola doğru dönerek yapılan devrânı da şöyle îzâh buyurdular :
Kalb solda ya. Kalb de Allah'ın evi olduğu için o tarafa dönüyoruz, Hakk'a gittiğimizi gösteriyoruz. Arşın etrafında dönen melekler de aynı böyle tavaf ederler. Kabe'nin etrafında da müslümanlar tavaf ederler ve yedi şaft bir tavaf sayılır yani yedi defa Kabe'yi dönmek bir tavaf sayılır.

Efendi Hazretlerin zikir halakalarının sayısındaki hikmeti de şöyle îzâh buyurdular :

Bazen üç de olur beş de olur. Bu da neye işâretdir? Dünyâda nüfüslar, insanlar bazen azalır, bazen çoğalır.

Efendi Hazretleri, zikir esnâsında bir kısım dervîşin ilâhî söylerken diğerlerinin esmâ zikri yapmasını ve zikri idâre eden şeyhin esmâyı ve ilâhileri değiştirmesini de şöyle îzâh buyurdular :
İşte kâinât da öyle değil mi? Bazı mahlûk böyle konuşur, bazı mahlûk öyle konuşur, Allah hepsini dilediği gibi değiştiriyor. O idâre ediyor ortalığı başdan aşağı. Âlem-i ervâhda da öyle. Cenâb-ı Hakk rûhlara hitâben "elestü bi rabbiküm" dedi. Bu nidâ, öyle zevkli bir ses idi ki, işidenler mest ü hayrân oldular. Ve onun üzerine onlar, "Hayy Hayy Hayy" diye Allah'ı zikretdiler, dediler ki, "Kâlû belâ", "Evet yâ Rabbi sensin" dediler. Bazı zâkirler ilâhi ve kasîde okurken, diğerlerinin "Hayy, Hayy, Hayy" diye zikretmeleri buna da işâretdir. Bütün mahlûkâtın mûsıkîyi sevmesi, bu hissi duymasıdır. Elest bezmindeki o sesi duyup hoşlanmasıdır, ondan seviyor mûsıkîyi. Bazen garbdan garb usûlüyle, bazen şarkdan şark usûlüyle ama ma'nâ aynı. O da Hakk'ın bu şekilde tezâhürü ve tecelliyatıdır.
Efendi Hazretleri, zikrullah esnâsında dervîşlerin şeyh etrâfında dönmelerini, gezegenlerin güneşin etrâfında dönmelerine teşbîh ederek buyurdular ki :
Eğer mürîd şeyhini kalbinden çıkarırsa, yani eğer ondan ziyâ almazsa, o, ölür, kurur gider. Güneş semâya çıkar, güneşin ziyâsından bütün herkes istifâde eder, nûrlanır. Güneşin ziyâsını görmeyen, kurur, yetişmez, büyümez. 
Efendi Hazretleri bir suâl üzerine zikirdeki cezbe ve vecd hakkında da şöyle buyurdular :
Zikir bir kalıp gibi değildir. Meselâ taşın yere düşmesi gibi değildir. Bazen bir hâl gelir, bir hâlet gelir, insan kendinden geçer, cezbeye gelir, kendi etrâfında da döner, hattâ ateş yer, ateşe basar, şiş sokar. Ama bütün bunlar hep cezbeye bağlıdır. Çünkü cezbeye geldiği vakitde kendini kaybeder o. Kendinde olduğu vakitde olmaz o iş. Kendini kaybedecek, kendini terk edecek, yani vücûdunu terk edecek, işte o vakit olur o hâdisât. Meselâ ne gibi? Sporda top oynayan bir adam, top oynadığı esnâda tekme yer, yumruk da yer, hiç duymaz, onu sonradan yani topdan fâriğ oldukdan sonra acısını duyar. Yani ne oluyor? Topda fenâ oluyor. Bir adam topda böyle yok olur da yediği tekmeyi duymazsa, Allah'da yok olan neyi duyar ki acaba?

Efendi Hazretleri, "kendi başınıza zikrederken başka bir hâl olur mu?" diye sorulunca buyurdular ki : 

Olur bazen, bazen olur. O da zamâna, zemîne, mekâna göredir.  Çünkü insanların iki sıfatları vardır. Bir, vilâyet sıfatları vardır, Allah'a olan yönler, bir de abdiyyet sıfatları vardır. Yalnız başına zikretdiği vakit, velâyet sıfatına dönerse, ona bir şey gösterilirse, bir şey tattırılırsa o zevki duyar. Sonra yalnızlıkda çok şey vardır, yalnız kalmakda, başbaşa kalmakda, tefekkürde, onda bir zevk vardır ki o zevki kimse tarif edemez. Ama biz bazen bu tadı, halk içinde olduğumuz hâlde duyarız. Kesretde vahdeti buluruz, yani kalabalık içerisinde. Bazen kesretde vahdet olur, bazen vahdetde kalırsın kesretde olursun. Ne gibi? Kendi başına olursun fakat dünyâyı düşünürsün, dünyâ ile olursun. Ama halk içinde olursun, Hakk'ı düşünürsün, Hakk'da olursun, vahdetde olursun.

Mülâkâtın sonunda gençler kendisine tekrar tekrar teşekkürler edince Efendi Hazretleri buyurdular ki:

Estağfirullah. Biz teşekkür ederiz ki bize gelip sordular. Tevâzu etdiler, gelip sordular. Allah tevâzu edeni sever, yüceltir. Ama tekebbür ederse, sormazsa, onun burnunu yere sürter. Sormak tenezzülünde, tevâzuunda bulunan kimse, sora sora Kudüs'ü, Kabe'yi bulur. Ama sormak tenezzülünde bulunmayan bir kimse, "Ben bulurum" diye delîlsiz yola çıkarsa eğer, o, menzile ya varır ya varamaz, ya yolda helâk olur, yâhud biraz zorlu, zahmetli olur.

Efendi Hazretleri, diğer bir sohbetlerinde de yine bu remzlerden bahsetmişlerdi. Onu da "Halvetî Âyîn-i Şerîfindeki Remzler" başlığı ile yayınlamışdık.

Yâ ilâhî ver dimâğa dile zikrin lezzetin
Söyledikçe 'âciz et gayrı kelâmın kesretin
Yâ ilâhî kalbe inzâl eyle fikrin lezzetin
Gayrı şeyden çekmesin gönül tefekkür zahmetin
Yâ ilâhî kıl revâ rûh ile nefsin vahdetin
'Adle irgür bâtın ilinde kovalar şiddetin
Yâ ilâhî Ahmed ü Mahmûd Muhammed Mustafâ
Hürmeti'yçün kıl müyesser sırr-ı zâtın vuslatın

www.muzafferozak.com


Listeye geri dön