Zikrullah ve Tevhîd - Radyo Sohbeti - 12 Mart 1978

21 Haziran 2024 tarihinde yayınlanmıştır.

Zikrullah

Mürşid-i Azîzim Muzaffer Efendi Hazretleri, Amerika'daki bir radyo programında, sohbete başlamadan önce yanındaki hâfız efendilerden birine Sûre-i Fâtiha'yı okutunca, programcı sordu, "Fâtiha Sûresi hakkında biraz bilgi verebilir misiniz, bir de başda okunmasının hikmeti nedir?" sorunca, Efendi Hazretleri "Elbette" buyurdular ve "Allah'ın rahmeti ve bereketi bizi dinleyenlerin ve insanlık üzerine olsun" diyerek sohbete başladılar : 

Hamd ü senâlar, ibâdetler, tâ'atlar, yücelemeler, hepsi Allah'a mahsûsdur ve Allah içindir. O, âlemlerin rabbi ve hâlıkıdır. O, rahmân ve rahîmdir. Rahmândır, bu âlemde bulunan cümle mahlûkâta, yarattıklarına merhamet eder, şefkat gösterir. O, rahîmdir, bu âlemden sonraki ebedî âlemde, gene kendine has olan kullarına merhametlidir, lutuf ve fazıl sâhibidir. O, kıyâmet gününün sâhibi ve mâlikidir. Bu âlemde, izâfî olarak bize bir çok nimetler verilmiş, bizler bir çok nimetin sâhibi olduğumuzu zannederiz. O, "mâliki yevmi'd-dîn"dir. Yarın o âlemde yani ebedî âlemde, hiç kimse bir mülke, bir mâlikiyyete sâhib olamaz ve değildir, ancak mâlik O'dur. İşte bu sıfatlara mâlik olan Allah, biz sana ibâdet ederiz. Seni severiz, senden çekiniriz ve bu ibâdeti yapmak için de senden yardım bekleriz. Senin yardımın olmazsa, sen bizi ibâdetine kabûl etmezsen, biz sana ibâdet edemeyiz. "اِهْدِنَا الصِّرَاطَ الْمُسْتَق۪يمَۙ ihdine's-sırâta'l-müstakîm",  bizi doğru yolda sâbit-i kadem et, ayaklarımızı sâbit et. Bizleri senin rızâna varan, rıdvânına erişen, cennetine giren, seninle buluşan ve görüşenlerle berâber eyle. "صِرَاطَ الَّذ۪ينَ اَنْعَمْتَ عَلَيْهِمْۙ sırâta'llezîne en'amte 'aleyhim", bizleri senin in'âm u ihsân etdiğin sırât üzerine bulundur, o sırât ki, bizi gadabına uğramışlardan eyleme. Âmîn, duâmızı kabûl eyle. Bizi kulluğunda sâbit-i kadem et, huzûrundan kovma, bizim gönüllerimizi Allah'sız eyleme.

Sunucu zikrullah hakkında sorunca Efendi Hazretleri buyurdular ki : 

Zikir, hatırlamakdan gelir, lugatçe manâsı. Zikir denildiği vakitde, Hakk'ı hatırlamak ve Hakk'ı bilmek, Hakk'ı bulmak, Hakk'la olmayı kabûl etmekdir. İnsanları felâkete sürükleyen ve mahvına sebeb olan en büyük fenâlık da Allah'ı unutmakdır. İnsanlar hilkat bakımından, ahsen-i takvîm üzere yaradılmış, bütün mahlûkâtın efdali. Allah'ın sevgilileri insanlardandır. Hakk'ı unutanlar ise, yaşayışda hayvanlar gibi, belki de fâciada, felâketlerde hayvanlardan daha ednâ ve eşnâ olurlar.
İnsanın vücûdunda merkezi vardır ki bu, kalbdir. Bu kalb de nazargâh-ı ilâhîdir. Semâlara ve arda sığmayan Hâlık-ı A'zam kalbe sığmışdır. Bir kalb, Hakk'la olursa o kalb ma'mûrdur. Bir kalbde Hakk olmazsa, o kalbde kötülükler ve kötülüklerin anası olan Şeytan kâim olur. Kalbini kötülüklerden arıt, Şeytan'ı oradan çıkar ki, Hakk oraya tecellî eylesin. Kirli bir eve, pâdişâh gelmez, oraya misâfir olmaz. Kalbini tathîr et ki Hakk oraya tecellî eylesin. Kalbi temizlemek de zikrullah ile başlar. Zikrullah, hem zikredeni tathîr eder, hem de Hakk'ı unutanlara Hakk'ı hatırlatır.
Seriyyeden süreyyâya kadar yani kürre-i arddan semâvâtın mâverâsına kadar hepsi birer risâle ve kitâbdır, okuyabilen için. Bütün mahlûkât da Allah'ı zikretmekdedir. Kulağında gaflet pamuğu olmayan, bu zikri işitir, duyar. Gözünde perde olmayan da Hakk'ı buradan görür. Zîrâ nereye bakarsak Hakk'ın yüzüne bakmış oluruz. İşte bunun için zikir insana bu sırları keşfettirir. Zîrâ zikredeni Allah zikreder. Ayakça Allah'ı zikredeni, bu âlemden sonra halk ayağa kalkdığı vakitde, Hakk zikreyler. Tövbe ile Hakk'ı zikreyleyeni Allah afv u mağfiret eder. Diz üzeri çökerek Hakk'ı zikreyleyeni, kıyâmet gününde bütün enbiyâlar o günün şiddetiyle diz üstü çökdüğü vakitde, Hakk zikreyler. Onun için unutmamak lâzım. Unutmamak için de zikre dâim olmalıdır.

Zikir ferden de yapılır, toplulukla da yapılır. Az evvel bahsetdiğim gibi bütün mahlûkât zikretmekde. Fakat bir kısım halk, zikir yapdığının farkında olup, diğeri farkına varmadan Hakk'ı zikretmekdedir. 

Kalblerinde aşk ve muhabbet olanlar zikirden hoşnûd olurlar, zevk duyarlar ve muhabbetleri artar. Zîrâ rüzgarlar, ağaçların hışırdamaları, kuşların ötmeleri ve denizde balıkların dahî tesbîhi ve zikri vardır. Bunları duymak ve görmek lâzımdır. Gören görür. Kulakları sağır olanlar, âhenkden anlamazlar ve işitmezler. A'mâ olan da renkden haberdâr değildir, rengi görmez. İnnîn olan da zevk u safâyı bilmez. 
Efendi Hazretleri "İsteniyorsa, arzu ediyorsa, bir zikir ilâhîsi okunsun, hep beraberce okuyalım" buyurunca sunucu, programı dinleyenlerin de duyduklarını tekrar ederek kendi kendilerine zikredebilmesi için Efendi Hazretlerinin bir mikdar zikretmesini isteyince, Efendi Hazretleri, "Bir mikdar tevhîd edelim" buyurdular ve Kelime-i Tevhîd zikri yapdılar. Zikrin hitâmında buyurdular ki :
Yûnus Emre de, Âşık Yûnus Emre, şu nefesiyle zikri ilân ediyor ve zikrin manâsını bizlere ifâde etmekde. 
Taşdı rahmet deryâsı
Gark oldu cümle 'âsî
Dört kitâbın ma'nâsı
Lâ ilâhe illallah
Biraz şerhedecek olursak bir çok sırlar meydana çıkacakdır. Hakk'ın rahmeti taşdı bütün mevcûdâtı sardı. Bütün mevcûdât, rahmet-i ilâhî içerisinde müstağrak oldu. Bu rahmetin içerisinde dînli dînsiz, denli densiz müstağrak oldular, gark oldular. Dört kitâbın manâsı yani, İncil, Tevrat, Zebûr ve Kur`ân, dört kitâbın manâsı lâ ilâhe illallah. Şerhedecek olursak, görüyoruz ki, İncil olsun, Tevrat olsun, Zebûr olsun ve Kur`ân-ı Muazzam olsun, bütün gâye, Hakk'ı tevhîd etmek, Hakk'da yok olmak, Hakk'da vâr olmak, Hakk'la kâim olmak.
İkinci beyte geçiyoruz. "Budur esmânın hası". Allah'ın isimlerinden en güzeli, en hası, en mükemmeli bu isim. "Siler kalbinden pası". Günah ile âlûde olan gönül kararmış, bu karayı denizin suları, pınarların, nehirlerin suları tathîr etmez, temizlemez. Ancak "Lâilâheillallah" ile dökülen gözyaşıyla bu karalar temizlenir ve tathîr olur. Allah'ın en mühim, en büyük ismi budur. Nedir bu "Lâilâheillallah"? Semâ, ard, içinde bulunan bütün mahlûkât, hepsi "Lâilâheillallah" demekde. 
Erenlerin burağı
Yakın eder ırağı
Arşın kürsün direği
Lâ ilâhe illallah

Burak kelimesi, berkden müştakdır. berk yıldırıma isim verilir, yıldırımın ismidir. Berk ne kadar süratli, bir ânda bir uçdan bir uca gitmekde. Allah'a erenlerin burakı bu tevhîddir. Ve bu isim Allah'a insanı hemen kavuşdurur. Zîrâ, "وَنَحْنُ اَقْرَبُ اِلَيْهِ مِنْ حَبْلِ الْوَر۪يدِ ve nahnu akrebu ileyhi min habli'l-verîd"Kur`ân-ı Kerîm söylemekde, yani "Ben size can damarınızdan daha yakınım", Allah böyle söylüyor. Fakat insanlar Hakk'a uzak. Nasıl ki Allah kula can damarından daha yakınsa, kulun da Hakk'a yakınlığını îrâs eden ve Hakk ile halkı birleşdiren, sevişdiren, buluşduran, vuslat veren ancak "Lâilâheillallah"dır.

Sunucu Kelime-i Tevhîd'i herkesin öğrenebilmesi için Efendi Hazretlerinden ağır ağır okumasını ricâ edince, Efendi Hazretleri üç defa ağır ağır tevhîd etdiler, Kelime-i Tevhîd'i medd ile okudular. Sunucu Kelime-i Tevhîd'i tekrar etdikden sonra, dinleyenlerin zikrullaha iştirâk etmesini söyleyince, Efendi Hazretleri tarîkat-i aliyye âdâbı üzere Kelime-i Tevhîd zikrine başladılar.

Sunucu, Efendi Hazretlerinin nasıl sülûk etdiğini anlatmasını ve mürşidlerinden bahsetmesini isteyince, buyurdular ki : 

Hilkat itibariyle ve âilemin de dindar bir âile olması münâsebetiyle, babamın vefâtında, babamın arkadaşı olan bir mürşide, babam beni vasiyet etdi. O zâtın terbiyesinde yetişdim. Altı yaşında iken Kur`ân-ı Kerîm'i okumasını öğrendim. Yedi yaşına vardığım vakitde, bir çok sûreleri ezberledim. Bu arada da o zât-ı akdesin, yani mürşidim olan zâtın, terbiyesini gözlerimle görüyor, onun bana yapmış olduğu muameleden ibret ve ders alıyordum. Fakat bu dersi aldığımın farkında değildim.
Kur`ân-ı Kerîm lisân bakımından, fesâhat, belâgat bakımından Arabî lisândır, Arapçadır fakat ma'nâ bakımından Allahçadır. Bütün kütüb-i semâviyye yani semâvî kitâblar da aynı durumdadır. Meselâ Tevrat, zâhirde lisânen fesâhat, belâgat, bakımından İbrânîcedir fakat ma'nâ bakımından Allahçadır. İncil de böyledir. Allah'la araları iyi olanlar semâvî kitâbları anlayabilirler. Eğer kalblerinde Hakk korkusu, Hakk muhabbeti olmazsa, o kitâblar onlara söylemez. Bu kitâbı da öğrenmek için, biraz o lisândan çalışmak lâzım geliyordu, Arapçaya çalışdım. Bir tarafdan da medenî mekteblere devâm ediyordum. Bir aralık askerî mektebe girmeyi tasavvur etdim, düşündüm. Annem beni asker yapmak istiyordu. Zîrâ sülâlemiz iki âileden geliyordu. Ana tarafım şeyhdi, Halvetî şeyhiydi. Bulgaristan Yanbolu vilâyetinin Halvetî Şeyhi Seyyid Hüseyin Efendi'ydi. Bulgaristan Osmanlı İmparatorluğunun dâhilinde iken, dedelerimiz orada halkı irşâd etmişlerdi. Baba tarafım da askerdi. Annem beni asker yapmak istiyordu. Çünkü fakîr bir hâlde idik.
O aralık karşıma bir Efendi çıkdı. Bu Efendi anneme rüyâda göründü, dedi ki, "Bunu asker yapma, bunu manevî asker yap". Ve bu zât benimle meşgûl oldu. Ben çocukluk hasebiyle dersden kaçsam, beni kovalar, beni takib eder ve beni bulur, muhakkak sûretde gündüz ve gecede mutlakâ bana bir şey öğretmeye çalışırdı. Zâten benim terbiyemle meşgûl olan zât da ölmüşdü. Bu zât benimle meşgûl oldu ve bana Arapçayı, Kur`ân'ın ma'nâsını ve hadîsleri talîm etdi ve İbn Arabî'den kitâblar okutdu.
Gecelerden bir gece bir rüyâ gördüm. O rüyâ içerisinde bir zât-ı mübâreki gördüm. Fakat ben bu zâtı hiç tanımıyordum. Ertesi günü bu zât benim ticârethânemin önünden geçdi. Ben o zâtı görünce, "Bu adamı ben bu gece rüyâmda gördüm, bunda bir iş var" dedim fakat dedim ki, "Eğer bu bir manevî bağlılıksa, o zât bana müracaat etsin". Bu niyeti yapdım. İki gün sonra gene bir rüya gördüm. Yine aynı zâtı gördüm. İki gün sonra başka bir rüyâ gördüm, gene o zât benim dükkanımın önünden geçdi. Gene dedim ki, "Bu zâta ben teslîm olmayacağım ancak o bana gelip de müracaat ederse teslîm olacağım". Sonra o zât aşağı doğru gidiyordu, ben dükkanın camından onu takîb etdim, dükkandan iki yüz adım kadar ayrıldıkdan sonra, durdu ve geriye döndü, dükkanıma geldi, dükkanımdan içeriye başını sokdu, "Hâlâ îmân etmeyecek misin!" diye bana söyledi. Derhal ellerine yapışdım ve onu dükkanıma aldım, ellerini öpdüm. Ve bana inâbe etdi yani beni dervîşliğe kabul etdi. Artık nazarî olarak gördüğüm dersleri, ilme'l-yakîn, ayne'l-yakîn, hakka'l-yakîn görmeğe başlamışdım. İnsanların ne gizli bir hazîne olduğunu, Allah'ın nice esrârına yüklü olduğunu öğrendim. Bu zâtla temâsımız on üç sene gibi bir zaman oldu. On üç sene sonra bu zât göçdü.
Tabii benim gibi nice ihvân u yârânı vardı. Ben istihâre etdim ki "bunun yerine kim kâim olacak, ona iktidâ edeyim" diye. Beni Nûreddin Cerrâhî Şeyhi Seyyid İbrâhim Fahreddin Efendi'ye rüyâ âleminde gönderdiler, "oraya git" dediler. Halbuki İstanbul Kâdirîhânesi beni oraya halîfe yapmak istiyordu, ben rüyâ âlemiyle, manâ âlemiyle Fahreddin Efendi'ye gitdim, dervîş oldum. Bir tarafda halîfe olacakdım, maneviyatda bu işler emirle, rüyâ ile olduğu için, gitdim, Fahreddin Efendi'ye dervîş oldum. Bir müddet sonra da, şeyhimin gördüğü seyr u sülûkü, bende zuhûra geldiğinden dolayı şeyhim beni hayâtındayken, kendisine halîfe tayîn etdi. Vefâtından sekiz ay evvel, postuna beni oturtdu. En büyük kerâmâtından bir tânesi de "Dil-i âgâh ile bütün cihânda bilinesin" diye bana duâ etdi ki, beni beş kıtada tanırlar. Duâsının müstecâb olduğunu görmekdeyim.

Sunucu, dinleyicileri az sonra yapılacak olan zikrullaha davet ederken, "telefonlarınızın fişini çekin, kapılarınızı kilitleyin" deyince, Efendi Hazretleri hislenerek buyurdular ki :

Amerika halkının, Allah'a karşı muhabbeti bizi mesrûr etdi. Hayâtımın en güzel günlerini, en güzel demlerini yaşamakdayım. Bu zikirlerin insanlığı necâta götüren bir vâsıta olmasını Allah'dan temennî ediyorum. İnsanların birbirinden nefretini kaldırmasını, insanları tevhîdde birlikde toplamasını ve tevhîd şarâbını nûş etmelerini Allah'dan niyâz ediyorum. 
www.muzafferozak.com

Listeye geri dön